Hoşgeldin der sana kocaman bir gülücük gönderirim her kimsen:)
Gülmek güzeldir,okurken yargılama sorgulama sadece anla ve gülümse;)Dengeyi bulmanı dilerim hayatın her alanında...Saygılarla...

30 Ocak 2012 Pazartesi

HUYSUZ VE TATLI KADIN VOLUME 2:GÜLÇİN SULTAN


Herkes geçmişini hatırlamaya,anılarıyla yüzleşmeye,iyi ya da kötü onlarla birlikte yaşamaya mecburdur.Bazen geçmişi hatırlamak bizi hüzünlendirir bazense çok mutlu eder.Özellikle gençlik yıllarımızda yaşadıklarımızı;umarsızca yaptığımız hataları,özgür düşünce ve hayallerimizi,gelecek için kurduğumuz planları hatırlamak bizi dinç tutar.Biliyorum ki Gülçin Sultan içinde öyle…Gençlik yıllarını hatırlamak,onları düşünmek ,anlatmak onu alıp çoook uzaklara götürüyor,mutlu oluyor…Genelde çok küçükken ki hallerimizi küçük kareler halinde hatırlarız.Bu kadarı bile bizi mutlu etmeye yeter.Kirazlı bir kırmızı elbise ve ona aşık olan küçük bir kız…O kadar çok seviyor ki o kiraz desenli kırmızı elbiseyi hiç üstünden çıkartmıyor.Küçücükken o kadar sevmiş ki o elbiseyi 45 sene sonra bile dün gibi hatırlıyor onu giydiğini…O zaman ona kocaman görünen dayısı  o elbiseyi giyerken onu tek eliyle havaya kaldırıyor,uçabiliyor sanıyor o an.Ve bu anıyı asla unutmuyor.Hatırladığı zaman hala uçuyormuş gibi hissediyor havalarda…Ne güzel…
Onun gençlik yıllarında bizim yaşadığımız gibi rahat yaşayamıyor insanlar…İstediklerini yiyip,istedikleriyle istedikleri zaman görüşemiyorlar.Gidebilecekleri pek fazla yer yok,eğlenmek için yapabilecekleri sınırlı aktivite var.Bizim şimdilerde beğenmeyip giymediğimiz yüzlerce kıyafetimiz yok onlarda…Sayılı kıyafetleri var,sayılı oyuncakları var  çünkü bugün ki gibi binlerce çeşit yok.Bu yüzdendir ki herşeyleri bizimkinden çok fazla değerli ve unutulmaz.Onlar her bir saniyenin kıymetini biliyor,beğenmedikleri için çöpe atamıyor.Bu yüzdendir ki anları bizimkinden daha kalıcı oluyor.
''Hatırlamak için kullanabileceğimi bir hafıza varken, unutmak için elimizde hiç bir şeyin olmaması hayatın bize attığı en büyük kazıktır...’’ demiş Murathan Mungan.Ne şanslı bir dönem ki onun ki, unutmak için elinde bir şey olmaması üzmüyor onu.Maddi anlamda çok zengin bir ailenin çocuğu değildi Gülçin.Ama yürekleri kocaman bir anne babası,paylaşmayı çok iyi bilen,fedakar beş tanede kardeşi vardı.Bugün bu kadar fedakar bir anne,sabırlı harika bir eş olmasının en büyük nedenide budur.Çocukluğu unutulmaz ‘’Güneş Apartmanı’’nında geçmiş.Zemin katta oturuyorlarmış.İki oda bir salon,küçük ama şirin bir mutfağa sahipmiş evleri…Mutfakta kocaman bir kiler dolabı varmış erzakların durduğu ve perdeden dolapları…Mutfağın küçük penceresi apartman boşluğuna bakıyormuş.Küçük huzurlu bu evde vakit geçirmek için o kadar güzel şeyler yapıyorlarmış ki hala unutamıyorlar.O zaman televizyon yokmuş ya da bilgisayar…Arkadaşlar kardeşler hepberaber toplanıp yarışmalar yapıyorlar,oyunlar oynuyorlarmış.Ve bundan büyük keyif alıyorlarmış.Apartmanın üçüncü katında oturan Dilek Hanım apartmanda ki ilk televizyona sahip olan kişi olarak Gülçin Sultanın hafızasına yerleşmiş.Dilek Hanım yalnız yaşıyormuş ve hiçbir şeyi atmıyormuş.Evi kavanozlarla ve gereksiz bir çok eşya ile doluymuş.Bazı zamanlar izin veriyormuş gelip televizyonu izlemelerine.O kadar müthiş bir hismiş ki bu Gülçin için,televizyon izleyeceği günü sabırsızlıkla bekliyormuş.
Her hafta bir gün lokanta günü diye adlandırdıkları bir gün geçiriyorlarmış ailecek.Annesi o kadar güzel ve büyük bir sofra kuruyormuş ki o zamanın lüksü sucuk salam patates kızartması yani kısaca herşey olurmuş masada…Onlarda dışarda lokantaya gidiyormuş gibi yapar,hem yer hem eğlenirlermiş.Annesi hiçbir şeyi eksik etmezmiş,kendisi yemez hep çocuklarına yedirirmiş.Pangaaltında ince uzun bir oyuncakçı varmış.Babası her hafta çocuklarını oraya götürür istedikleri oyuncağı alırmış.Tabi annesinin talimatı doğrultusunda…Anlıyacağınız imkansızlıklar içerisinde bile çocuklarına herşeyi vermeye çalışan fedakar bir anne ve babanın çocuğudur Gülçin; Annesi gibi fedakar,annesi kadar temiz yürekli ve melek yüzlü;babası gibi güçlü yere sağlam basan bir insan…
Evleri her zaman çok kalabalık olurmuş,türbe misali…Herkes onların evinde vakit geçirmekten hoşnut oluyormuş.Temiz yüreği ve misafirperverliğiyle annesinin eseriymiş tabi ki bu…Şimdilerde bizim evimizde olduğu gibi…İnanıyorum ki bu güzel iyi huylar,saf bembeyaz ışık nesilden nesile geçiyor.
Nişantaşı kız lisesininde okumuş Gülçin Sultan,edebiyat bölümünde…Çok iyi bir öğretmen olurmuş aslında ondan,bizi yetiştirirken izlediği yol bunu gösteriyor.Çiçek gibi yetiştirir,büyütür hayata hazırlarmış öğrencilerini ama olmamış.Neyse ki bizi büyüttü,ne kadar şanslıyız ki ona sahibiz.
Okula giden taşlı  yolu,orda yaşadıklarını da hiç unutamamış…O kadar güzel,çekici bir hatunmuş ki az erkeğin kalbinde yangınlar bırakmamış…Çok zekiymiş Gülçin,üniversiteyi yüksek bir derece ile kazanmış fakat o yıllar tehlikeli yıllar olduğu için ailesi izin vermemiş ona…Korkmuşlar,korumak istemişler…İçinde kalan uktelerden biri budur.Sonrasında çalışma hayatına atılmış.Başarılı bir çalışan olmuş her zaman.Taa kiii babamla tanışıp beni doğurana kadar…
Gülçin Sultan,annem,arkadaşım,sırdaşım,kardeşim,herşeyim…Huysuz dediğime bakmayın huysuzluğu kendinedir onun,tatlı yönü ağır basar her zaman…Kimseyi kıramaz,üzemez kolay kolay.Bu yüzdendir ki çok üzmüşler onu bugüne kadar…Yaşadıkları onu o kadar çok büyütmüş ki erişemiyeceğim yerlerde,umarım onun gibi olabilirim ilerde…Onun kadar güçlü,onun kadar fedakar,onun kadar kadın olabilirim…
Sana eskilerden bir parça anı,biraz İstanbuş kokusu,biraz anne şefkati,gençlik ateşi ve gözlerindeki eski neşeyi gönderiyorum burdan…
Seni çoook seviyorum anneciğim, bir de  sana gençliğinin aşkı Orhan Baba’dan bir şarkı gönderiyorum…

28 Ocak 2012 Cumartesi

HUYSUZ VE TATLI KADINLAR; VOLUME 1 :NEBAHAT SULTAN…

Adı :Nebahat
Soyadı:Tunçay
Doğum Yılı:1932
Kod adı:Dertdoğan
Misyonu:Dertler benim çile benim ömrüm senin olsun…
Vizyonu:Daha çok dert benim daha çile benim olsun, ömrümüzün son demi…
Bu saatten sonraki tek amacı : yemek yemek J
Eveeet ilk sıradaki huysuz ve tatlı kadınımız babaannem olur.Kendisine Nebuş diye hitap ederiz.Hayatını anlatsam roman olur dediğim nadir insanlardandır.Hatta bir ara başlamıştım yazmaya hayal gücüm yetersiz kaldı. Yazdığım kadarını paylaşmak  isterim.
          ‘’En korkunç karanlık içimizdekidir… Görmek istediğimizi görürüz ve inandıklarımızı yaşarız. Karanlıktan aydınlığa büyük bir geçiş vardı. Artık sadece içimizdeki karanlıktan kurtulmak değil toplum olarak feraha kavuşmak zamanıydı. Koyu, sabit ve anlayışsız bir düşünce topluluğunun içinden doğan tek bir aydın düşünce vardı; Cumhuriyet…
       Güneşin isteksiz, zorla doğduğu, ayın tutkuyla yerini güneşe bırakmadığı yıllardı… İnatla dolu ve sabır gerektiren yıllar…
       Cahil yıllardı… Dertlerin doğduğu yıllar…
     İzmir Bornava’ da meyve bahçelerinin içinde tüm bu dertlerden, inat ve sabır gerektiren sorunlardan uzak bir ev vardı… Huzur dolu… İki katlı bir evdi, döşemeleri ahşaptandı. Ama onu huzurlu yapan pencereden bakıldığında görülen meyve bahçelerinin hoş manzarasının verdiği huzurun tüm evi kaplamasıydı. Bahçesinde bir salıncak vardı, tek bir tane… Güneş artık utanıp yüzünü çekerken üzerimizden ve hafif bir rüzgâr eserken; onun çekilişini izlemek sessizce; arkadan gelen salıncağın gıcırtısı ile… Bu evin her yanında farklı bir ses, farklı bir doku, farklı yaşam vardı. Sanki ev anılarla besleniyor, beslendikçe büyüyor ve büyüdükçe olgunlaşıyordu. Bu olgunluktu insana o vazgeçilemeyecek huzuru veren…
        İşte her şeyden uzakta bu hayal gibi evde Zekiye ve Sadık yaşıyordu. Kendilerini çok şanslı hissediyorlardı. Beş tane çocukları vardı, huzur dolu bir evleri vardı bir çok meyve bahçeleri vardı ve onlar sahip olduklarıyla çok mutlulardı… Zekiye 14 yaşındaydı evlendiklerinde… Birbirlerini tanımıyorlardı bile. Aileleri uygun görmüş everivermişlerdi işte onları. Ne bir söz hakkı ne de tanıma fırsatı olmadan evlenmişti Sadık’la… Daha 14 yaşındaydı! Çok üzgündü, bitaptı; babası bu kararı verdiğinde. Koskoca bir hayatın başkalarının kararlarıyla daha yolun başındayken bitivermesi… Bu fikir onu öldürüyordu. Daha sonra bu kadar mutlu olacağını Sadık’ın onu tüm dertlerden uzak huzur dolu bir evde saklayıp koruyacağını bilmiyordu tabi… Zekiye çok güzel bir kadındı. Yüzünün çok keskin hatları vardı. Bu hatlara yerleşmiş sağlam bir karakter taşıyordu. Çok güçlü bir kadındı. Cahildi ama cahilliği onun mutlu olmasını engellemedi.14 yaşındaki o küçük kızı öldürdü ve sağlam, güçlü bir Zekiye dünyaya getirdi. Sadık çok sabırlı ve fedakârdı. Hayatını çocuklarına ve Zekiye’ye adamıştı. Gün geçmesin ki onların yanından ayrılsın hemen hastalanıverirdi. Otoriter bir babaydı, ama yüreği yufka gibiydi. Birbirlerine çok uyuyorlardı. Âdete tamamlıyorlardı birbirlerinin eksiklerini… Güçlü ama zayıf bir adam ve her düştüğünde güçlü fikirleriyle onu ayakta tutan bir kadın… Zekiye&Sadık
      Hayat oyun oynamayı sever. Sürekli bizi dener. Alışık olmadığımız, alıştığımız şeylerden çok farklılarını koyar önümüze. Sürekli deneme yanılma süreci içinde uğraşıp dururuz. Her şey her zaman çok güzel olmaz. Çok güzel olan şeylerde zaten bir süre sonra bozulur. İnsanlar plan yapar ya varsın yapsınlar nafile... Hayat her zaman zalim her zaman alıcı olmaya devam eder.
     Yıl 1932…Zekiye rahatsızlanmaya ve gün geçtikçe kendin kötü hissetmeye başlıyordu. Sadık bu durumdan çok rahatsızdı ona belli etmemeye moralini bozmamaya çalışıyordu ama elinde değildi. Korkuyordu… Zekiye’nin karnı şişmeye gün geçtikçe güçten düşmeye başlamıştı.Sadık onu bir çok hekime götürdü.Ne yazık ki hepsi aynı şeyi söylüyordu;DERT…Günümüzde ur olarak bilenen o zamanlar dert olarak adlandırılan  bu hastalık hekimler tarafından Zekiye’nin karnında olduğu teşhisi konulmuştu.Ameliyat olması gerekiyordu.Şartlar,olanaklar yetersizdi ve tehlikeli bir ameliyattı.Zekiye’nin dünyası yıkılmıştı.Çocuklarından ve hayatındaki tek ve özel erkekten bu kadar erken ayrılmak istemiyordu.Çocuklara hiç bir şey belli etmemeye dair birbirlerine söz verdiler.Söz verdiler ya ne fayda iki sininde yüreği yanıyordu.Zekiye duyuyordu.Sadık her gece ağlıyordu.Üzülüyordu,çaresizdi.Artık onlarında bir derdi vardı.Hayat yine yapacağını yapmış o güzel evdeki huzuru almıştı.Mutluluklar neden kısa sürerdi,neden sürekli bir mutluluk yoktu?Bilmiyordu Zekiye,bilmiyordu Sadık…Zekiye her zamanki gibi daha güçlü davranmaya devam ediyordu.Çocuklarına bir sürü kıyafet almıştı eğer o giderse onları uzun bir süre idare etmesi için hazırlıklar yapıyordu.Onlara söylemek istediği her şeyi söylüyordu,sarılıyordu sımsıkı,öpüyordu koklayarak…En büyük kızı Necmiye bir gün usulca yanına yaklaşarak sordu ilk defa açık olarak…Belki Zekiye’nin güçlü karakterinin ördüğü duvarlar yüzünden,belki de kızının gururu; birbirlerine duygularını açıkça ifade edemezlerdi.Sonuçta Necmiye doğduğunda Zekiye 16 yaşındaydı.Onun afallama,alışma ve bir anne,bir kadın olma dönemiydi Necmiye…Ve dedi ki en sonunda:’Anne beni bırakıp gitmeyeceksin değil mi  ?Sensiz bu evin huzuru yok…Sen olmayınca meyve bahçemizden gelen meyvelerin bile tadı yok…’ İlk defa gözyaşlarına boğularak sarıldılar… O gün belki de ilk defa bu kadar yakın oldular. Belki de ilk defa anne, iyi bir kız evlat, bir kadın ve güçsüz oldular…
      Artık vakit gelmişti. Ameliyata çok az kalmıştı. Hazırlık yapmak istiyordu Zekiye. Yardım için yengesi Pakize ‘yi çağırdı. Pakize’nin sözüne güvenir, onu çok severdi. Kardeşi Lütfü’nün hayatındaki en güzel şeyin Pakize olduğuna inanıyordu. Pakize üzgün ama kararlı bir yüz ifadesiyle karşısına dikildi. Başka bir yolu olması gerektiğini söyledi. Zekiye ümitsizdi, gücünü kaybetmişti. Ama Pakize güçlüydü ve ona bir ebeye gözükmesi gerektiği konusunda ısrar etti.’Ne kaybedersin ki, bir deneyelim’dedi. Zekiye’nin kafasında dolandı durdu gün boyu bu sözler… Ne kaybedersin… Evet, ne kaybederdi… Hiçbir şey… Belki de çok şey ama denemeye değerdi. Meyvelerin daha tatlı olması için, güneşin yeniden doğması için, diktiği fidanların büyüyebilmesi için, huzur için, Sadık için… Ve Pakize’yle bir ebeye gitmeye ikna oldu. Daha sonra iyiki de gitmişim diyebileceğini nerden bile bilirdi. Ümitsizce yola çıkmıştı.
       Bazen kaybettiğimizi düşünürüz, bazen de umudumuzu kaybederiz ya; işte o zamanlarda yapılması gereken en önemli şeydir hayata bizi bağlayan nedenleri bulmak ve onlar için yaşamak…
     Zekiye’de bunu yapmıştı ve kazanmıştı. Ebe ona bir kız bebeğe sahip olacağını bebeğin 6 aylık olduğunu müjdelemişti. Hastalık için aldığı ilaçları hemen kesmesi gerektiğini de tembihlemişti. Aslında karnındaki dert değil güzel bir kız çocuğuymuş. Düşerken ve tam yere çakılacağınızı zannederken tutunacak bir dal bulmak gibi bir şeydi bu…
    Zekiye eve döndüğünde Sadık’ı tükenmiş bir şekilde; yere çömelmiş başını ellerinin arasına almış ağlarken buldu… Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Aşk ya bu işte; konuşmadı hiç, sadece gitti ve sarıldı sıkı sıkı… Beraber ağladılar bir süre. Sonra aldı Sadık’ın elini karnına koydu. Sadık gülümsedi işte karnındaki derdin canlı olduğunu ve ilk defa Sadık’ın elinin sıcaklığını hissettiğinde, babasının yufka yüreğinin acısını duyunca dindirmek istedi minik kız çocuğu… Ve başardı da uzun zaman sonra gülümsetti, anne ve babasını… Güçlerini, huzurlarını geri verdi. Canından bir can… Yavrum… Gülümsüyorlardı… Hayattaki en değerli insanlar bizler için anne ve babalarımız. Bizim mimarlarımız. Mutlu bir üç aydan sonra;
       Yıl 1932…İlk çığlıklar... Dünyaya bir dert doğdu… Böyle dertli bir dünyaya geleceğini biliyormuşçasına doğdu hem de… Bir kesenin içinde… Kendini korumak istercesine dertlerden saklanmıştı bir kesenin içinde… Bu neredeyse hayatının başlamadan son bulmasına neden olacaktı istediği de bu muydu bilinmez ama her şeye rağmen geldi dünyaya… Dertlerin içinde doğan bir DERTDOĞAN…’’
Ebesi adını Dertdoğan koyun demiş,ama annesi dertlerle yaşamasın diye bu ismi koymaktan vazgeçmiş.Yine de adıyla doğmuş babaannem,ömrünü dertlerle boğuşarak geçirmiş.Hayatı boyunca 20’yi geçik ameliyat geçirmiş.Kırmadığı kemiği kalmamış.Ki nitekim hala da kırmaya devam ediyor.Geçen yaz daha önceden kırdığı bacağını klasik düşüşlerinden birini yaparak tekrar kırdı.Tabi yaşından dolayı kemikleri güçsüz olduğu için şuanda iyileşemiyor.Kulaklarından biri duymuyor.Huysuz yönü ağır basan bu tatlı kadın,sağır duymaz uydurur cümlesine uygun bir şekilde öyle şeyler uyduruyor ki bizi kahkahalara boğuyor.Diyorum ki ‘’ Nebuş terziye gidiyorum,pantolonumu vereceğim ‘’ Diyor ki ‘’Neee terzinin oğlu sana aşık mı olmuş ‘’ J Öyle ki artık bağırmadan konuşamıyorum.İnsanlar soruyor neden bağırırarak konuşuyorsun diye,işte cevabı bu insancıklar,CEVABI NEBUŞ J
Yemek yemeyi o kadar çok seviyor ki,bir tek kendi yedikleriyle değil bizim yediklerimizle de yakından ilgileniyor.Mesela küçükken arkadaşlarımın doğum günlerine giderdim.Eve döndüğümde nasıl geçti,eğlendiniz mi yavrum sorusunu duymayı beklerken ne yediniz annesi neler yapmış sorusuyla karşılamak kaçınılmazdı.Şimdilerde de ne zaman elimde bişeyle salona girsem o bakıyor ve o ne diyor,ne olduğunu söylüyorum ve arkasından bende bana yicek bişeyler getirdin sandım cümlesiyle karşılaşıyorum.Gülmemek elde değil bu kadına…
Çok güzel bir hatunmuş eskiden,ne canlar yakmış kimbilir…Sesi de çok güzelmiş son birkaç yıla kadar bize ne müzik ziyafetleri çektiriyordu ama artık söyleyemiyor.Bu ses boşa harcanmış diyorum hep; senden büyük bir sanatçı olurmuş.Diyor ki hee deden de beni keserdi,büyük bir kurbanlık olurdum…
Unutamadığım ,hala aklıma geldikçe çok güldüğüm bir anım var onunla ilgili;
Bir gün Nebuş’un kardeşi Melahat Teyzemizin evine gittik.İki büyük hatunda duymuyor tabi çok iyi.Halam o sırada kızıyla ilgili bir şey anlatıyor.Bir çocuk varmış kıza aşıkmış ama kız istemiyormuş.İstememesinin sebebi de çocuğun tiki olması…Arkadan gelen diyaloglar şu şekilde;
Halam:Çocuğun tiki varmış…
Nebuş:Ne sikimi varmış!!
Melahat Teyze: Evet evet var,ben gördüm
Nebuş:Ne nerde gördün???
Ve arkasından hepimiz gülmekten yerlere yatıyoruz.Bir saat boyunca kendimize gelemiyoruz.Bunu hiç unutamıyorum ve ben bunu zincirleme kaza olarak adlandırıyorum J
Daha yazabileceğim o kadar çok şey var ki onun hakkında; keşke hepsini hatırlayabilsem.Gün içerisinde herşeyi kaydedebilsem komedi filmi çekerdik gibime geliyor.
İlahi Nebuş;sen insanı gülmekten öldürürsün ,hayatını anlatsan da ağlamaktan…
Sevgiler ,saygılar burdan sana…


Karlar düşer...

Uzun bir aradan sonra,burnum tıkalı,gözlerim kıpkırmızı başım ağıyor ve nedense aklıma yazmak geliyor...
Antalya'nın sürekli değişen kıvrak havası sağolsun üşütmemek elde değil.Ne olursa olsun diğer illere göre yazı yaşıyoruz buralarda,Allah'ım soğukta kalıp ısınamayanlara yardım etsin.Tabi Antalya'da yaşamanın bana katamadığı nadir şeylerden bir tanesi de; KAR...Lapa lapa kar yağıyor,bembeyaz heryer,hadi kar topu oynayalım,kardan adam yapalım gibi cümleleri hiç kuramamakla beraber kara elim bile değmedi bugüne kadar...Yani hiç kar görmedim.Kar yağmıyor güzel Antalya'ma...Eskiden her tatilde İstanbul'a giderdik,fakat inadıma yine kar yağmazdı,hevesim kırılırdı.Artık istemiyorum kar falan görmek,yağmur iyidir buraya bol bol yağar,bereket ,ohhhh :)
Evde geçiyorum tatilimi,bol bol kitap okuyor film izliyorum.Okulun başlamasını istiyorum artık çünkü başladığında canım arkadaşlarım dönücek tek tek...Özledim onları...
Bugün annemin doğum günü,hasta olduğum için günün farkında olmadan unutvermişim bu kutsal günü.Aklım başıma geldiğinde fırladım dışarı hemen,bir pasta bir hediye kaptım geldim anneciğime...Süprizinde böylesi,hiç bir doğum gününü süprizsiz geçirtmedim.Küçükken kartonlardan çerçeveler yapardım,mektuplar yazardım.Hala mektuplar yazıyorum fakat pahalı hediyelerde alabiliyorum artık.Onun gözlerindeki ışıltıya herşey değer...Mutlu yıllar anneciğim,nice doğum günlerinde birlikte olmak dileğiyle...
Tabi bu süprizi yaparken yanımda bir de ortağım vardı.Küçük ama çok büyük adamım Cem:) Tatilini bizimle geçirmeyi seçiyor her sene,bir şey yapmıyoruz genelde evde oluyoruz fakat o bunu seviyor.Bizimle vakit geçirmek hoşuna gidiyor.Bizde bu tercihinden dolayı her seferinde gurur ve mutluluk duyuyoruz.Benim küçük ama çok büyük adamım Cem korku filmlerine bayılıyor.Ona koleksiyonumdan bir sürü şeytanlı,cinli,gerici,kasıcı film buluyorum.Koynumuza girip izliyor.Sonra yorumlar hep aynı oluyor ''Aman korku filmi dediğin bu muydu,ben hiç beğenmedim hiç korkmadım '' Sonra gece olunca biz olmadan içeri gidemez hale geliyor.Bu çocuk beni çok güldürüyor :) Büyümüşte küçülmüş lafı ona tam beden oluyor.Herşeyi biliyor,konuşuyor sanırsın arkadaşınla konuşuyorsun,sonra farkına varıyorsun dördüncü sınıfa giden ufacık bir şey olduğunun...Ömrü uzun ve şanslı olsun,bizi güldürdüğü gibi ömrü hep gülmekle mutlu geçsin...Yıllar sonra bu yazıyı okuyup kocaman bir sarılsın bana :)
Bir özlediğim daha var ama çooook uzaklardaa:) Taa Avusturalya'larda...Yazılarımı okuyup,takip ediyorsun biliyorum Çim'cim...Seni çoooooooook özledim burdan da haykırdım.
Şuanda içerde Sevgi teyzem,annem,Cem ve babaannem(Nebuş) oturuyorlar.Odamdan Sevgi Teyze'nin meşhur kahkahalarını sanki yanımda atıyormuşcasına duyabiliyorum.Bu kadın  öyle bir kadın ki; Turkcell müşteri temsilcisine bağlanıp tehdit eder vari '' Baaak!! Avea'da Vodefone'da bir sürü kampanyalar var onlara giderim,bana uygun bir şeyler ayarlayın,indirim yapın'' diyen,armut koltuktan akrobasik hareketler yaparak bile kalkamayan ve karpuz gibi tekrar koltuğa düşen, ''Heeee heyyyyyy ,ben Sevgi'yim''diye naralar atan bir şeker kadındır.63 yaşında ama 18'liklere taş çıkarır o birrrrrrrr efsaneee ;) Saygılar Sevgiciğim burdan...
Neyseee bugünlük bu kadar,burnum daha fazla yazmama izin vermiyor...Söz dinlemiyor akıyor da akıyor...
Bugün doğum günü olan herkesin bu özel gününü kutlarım,şu anda ağlayan varsa gülmesini dilerim...Gülen varsa kahkahalara boğulmasını ve güzel bir akşam geçirmenizi dilerim...

17 Ocak 2012 Salı

Ortaya karışık,saçmasapan, abuk subuk...

Finaller biti:)Şerefine bir yazı yazmak lazım dedim.Sancılı,çalışmak zorunda hissetmek duygusunun baskın olduğu bir haftadan sonra son sınava girip bunun ferahlığını yaşamak gibisi yok.Gerçi üniversite hayatımda ilk defa bir dersten kalmanın verdiği acı da apayrı.Hepte geçicek değilim ya bir tanesinden kalayım da nazar boncuğu olsun,üniversiteye gittim de hiç kalmadım demek ayıp olur gibi iç sesimden yükselen namelerle kendimi rahatlatıyorum.Abdullah hocam sağolsun bana bu duyguyu yaşattı,tecrübe et seneye görüşürüz dedi sevgilerimi saygılarımı gönderiyorum burdan.Yeni senenin enerji dolu,umut dolu ve yükseliş senesi olacağı ile ilgili teorilerim başlangıcının kötü olmasına rağmen hala çürümedi.Benim hala umudum var.Herşey çok güzel olucak diyorum.Karmakarışık günler geçiriyorum bu aralar...Ne yapsam ne etsem bilemiyorum.Maymun iştahlı bir insanım onu biliyorum ama bu kadar da olmaz ki Simge...Hani yaptığım şeyden çabuk sıkılmak bir tarafa hiç bir şey yapamıyorum.Üşengecim,sinirliyim,asabiyimmmmm !!!
Sanırım odamı yeniden dekore etmeli,ya da saçımı kestirmeliyim bir değişiklik lazım.Bunu dedikten sonra kulaklarımda Hande'nin sesi çınladı ''Değişmeyen tek şey değişimin taaa kendisidir...'' Ayyy Hande'm bebeğim seni çok seviyorum haykırdım burdan da...
Tabi bunalıma girmemin bir çok nedeninden biri de arkadaşlarımın hepsinin gidiyor olması.Hepsi ailelerinin yanında gidiyor tatilde doğal olarak.Ben burda kalıyorum...Onlar gidiyor ben kalıyorum:(Hepsi gidiyor ben kalıyorum....Sinir bozucuuuuu ...
Neyse benimde bir tanecik annem var.Bende onunla vakit geçiririm en güzelinden.Bir de küçük adamım hayatımın aşkı canım kuzenim Cem'im geliyor.O beni bunalımdan çıkarır.Bir de teyzem gelse,keşke gelse bal kaymak nutella olur,tadına doyum olmaz.Yemede yanında yat...Evet gelirse tam olarak bunu yapıcam yanında yatıcam :)
Az önce evdeki enerjiyi,havayı beğenmediğim için ev enerji temizliği yaptım.Çılgınca ama işe yarıyor denemek isteyen olursa diye anlatayım; öncelikle her odaya bir mum yaktım,mum güzel enerjileri toplar ardından tütsüyü yaktım o da mumum topladığı güzel enerjileri etrafa yayar.Daha sonra bütün pencereleri ve kapıları açtım.Adaçayını yaktım odalarda dolaşmaya başladım.Bir yandan da içimden kötü enerjiler dışarı iyi eneriler içeri diyerek hem evi kötü enerjilerden temizledim hemde uzun bir süre içeri kötü enerji girmesini engelledim.Kapı girişlerine az miktarda sirke sürdüm.Ve kapıya sarımsak astım.Bunların hepsi evi uzun bir süre ferahlatıcak.Okurken saçma gelebilir,gülebilirsiniz ama işe yaradığını görüceksiniz.Eskinden Anadolu'da çok yaygın olarak kullanılan teknikler bunlar.Eskiler yapıyorlarsa vardır bir bildikleri...Bende ordan burdan bilgiler toplayarak harmanladım ve işte karşınızda...Kolay gelsin...Bol bol ışıklı,ferahlı günler diliyorum efenim...

6 Ocak 2012 Cuma

Kelebekli zamanlar;YIKIM...

Akşamüstü yağmur yağar oldu birden...Soğuk rüzgarlar esmeye başladığında ah o ay ne şehvetli duruyordu yukarıda.Öylece seyrettik...''Kalan hangimizdik?''
Bir tesadüf sonucu duyulur oldu yağmur damlaları,yıldızlar aktı aşklarda dile geldikçe; Öylece dinledik...''Hayat bazen pespembe''
Bir tesadüf sonucu görülür oldu hatalar,pervasız dönüyorlardı geçmişten bugüne,bulanık yüzlerimizde belli belirsizdi aşkın en zarif çizgileri,ilmikler atılmış hayatlarımızın yorgun gelgitleri;Öylece bekledik...''...senin anın nice olacak?''
Dediler ;''Belki de son akşamdır bu'' öylece dinledik...
Bir tesadüf sonucu herşeyim oldu aşk;şimdi duvarlarda asılı solgun bir hatıra artık her baktığımda,her gün tozunu aldığım kelebekli zamanlarım...
Yağmur sevdi beni.Restimi çekerek çıkıyorum sokaklara,yüreğime bir sızı peydah oldu ki sorma;seslensemde bitmez bu sessizlik...Yüzümün katiliyim,o gecenin deililini sorma bana.Gözlerini batı saysam dudakların doğuya benzer.Kaybolurum sokaklarda,susar kalırım...
Hayat sürerken çentiklerden yorgun takvimlerin arasında;yıkıyorum kurduğum her kuleyi...Savunmasızım artık bitti kelebekli zamanlar...