Adı :Nebahat
Soyadı:Tunçay
Doğum Yılı:1932
Kod adı:Dertdoğan
Misyonu:Dertler benim çile benim ömrüm senin olsun…
Vizyonu:Daha çok dert benim daha çile benim olsun, ömrümüzün son demi…
Bu saatten sonraki tek amacı : yemek yemek J
Eveeet ilk sıradaki huysuz ve tatlı kadınımız babaannem olur.Kendisine Nebuş diye hitap ederiz.Hayatını anlatsam roman olur dediğim nadir insanlardandır.Hatta bir ara başlamıştım yazmaya hayal gücüm yetersiz kaldı. Yazdığım kadarını paylaşmak isterim.
‘’En korkunç karanlık içimizdekidir… Görmek istediğimizi görürüz ve inandıklarımızı yaşarız. Karanlıktan aydınlığa büyük bir geçiş vardı. Artık sadece içimizdeki karanlıktan kurtulmak değil toplum olarak feraha kavuşmak zamanıydı. Koyu, sabit ve anlayışsız bir düşünce topluluğunun içinden doğan tek bir aydın düşünce vardı; Cumhuriyet…
Güneşin isteksiz, zorla doğduğu, ayın tutkuyla yerini güneşe bırakmadığı yıllardı… İnatla dolu ve sabır gerektiren yıllar…

Cahil yıllardı… Dertlerin doğduğu yıllar…
İzmir Bornava’ da meyve bahçelerinin içinde tüm bu dertlerden, inat ve sabır gerektiren sorunlardan uzak bir ev vardı… Huzur dolu… İki katlı bir evdi, döşemeleri ahşaptandı. Ama onu huzurlu yapan pencereden bakıldığında görülen meyve bahçelerinin hoş manzarasının verdiği huzurun tüm evi kaplamasıydı. Bahçesinde bir salıncak vardı, tek bir tane… Güneş artık utanıp yüzünü çekerken üzerimizden ve hafif bir rüzgâr eserken; onun çekilişini izlemek sessizce; arkadan gelen salıncağın gıcırtısı ile… Bu evin her yanında farklı bir ses, farklı bir doku, farklı yaşam vardı. Sanki ev anılarla besleniyor, beslendikçe büyüyor ve büyüdükçe olgunlaşıyordu. Bu olgunluktu insana o vazgeçilemeyecek huzuru veren…
İşte her şeyden uzakta bu hayal gibi evde Zekiye ve Sadık yaşıyordu. Kendilerini çok şanslı hissediyorlardı. Beş tane çocukları vardı, huzur dolu bir evleri vardı bir çok meyve bahçeleri vardı ve onlar sahip olduklarıyla çok mutlulardı… Zekiye 14 yaşındaydı evlendiklerinde… Birbirlerini tanımıyorlardı bile. Aileleri uygun görmüş everivermişlerdi işte onları. Ne bir söz hakkı ne de tanıma fırsatı olmadan evlenmişti Sadık’la… Daha 14 yaşındaydı! Çok üzgündü, bitaptı; babası bu kararı verdiğinde. Koskoca bir hayatın başkalarının kararlarıyla daha yolun başındayken bitivermesi… Bu fikir onu öldürüyordu. Daha sonra bu kadar mutlu olacağını Sadık’ın onu tüm dertlerden uzak huzur dolu bir evde saklayıp koruyacağını bilmiyordu tabi… Zekiye çok güzel bir kadındı. Yüzünün çok keskin hatları vardı. Bu hatlara yerleşmiş sağlam bir karakter taşıyordu. Çok güçlü bir kadındı. Cahildi ama cahilliği onun mutlu olmasını engellemedi.14 yaşındaki o küçük kızı öldürdü ve sağlam, güçlü bir Zekiye dünyaya getirdi. Sadık çok sabırlı ve fedakârdı. Hayatını çocuklarına ve Zekiye’ye adamıştı. Gün geçmesin ki onların yanından ayrılsın hemen hastalanıverirdi. Otoriter bir babaydı, ama yüreği yufka gibiydi. Birbirlerine çok uyuyorlardı. Âdete tamamlıyorlardı birbirlerinin eksiklerini… Güçlü ama zayıf bir adam ve her düştüğünde güçlü fikirleriyle onu ayakta tutan bir kadın… Zekiye&Sadık
Hayat oyun oynamayı sever. Sürekli bizi dener. Alışık olmadığımız, alıştığımız şeylerden çok farklılarını koyar önümüze. Sürekli deneme yanılma süreci içinde uğraşıp dururuz. Her şey her zaman çok güzel olmaz. Çok güzel olan şeylerde zaten bir süre sonra bozulur. İnsanlar plan yapar ya varsın yapsınlar nafile... Hayat her zaman zalim her zaman alıcı olmaya devam eder.
Yıl 1932…Zekiye rahatsızlanmaya ve gün geçtikçe kendin kötü hissetmeye başlıyordu. Sadık bu durumdan çok rahatsızdı ona belli etmemeye moralini bozmamaya çalışıyordu ama elinde değildi. Korkuyordu… Zekiye’nin karnı şişmeye gün geçtikçe güçten düşmeye başlamıştı.Sadık onu bir çok hekime götürdü.Ne yazık ki hepsi aynı şeyi söylüyordu;DERT…Günümüzde ur olarak bilenen o zamanlar dert olarak adlandırılan bu hastalık hekimler tarafından Zekiye’nin karnında olduğu teşhisi konulmuştu.Ameliyat olması gerekiyordu.Şartlar,olanaklar yetersizdi ve tehlikeli bir ameliyattı.Zekiye’nin dünyası yıkılmıştı.Çocuklarından ve hayatındaki tek ve özel erkekten bu kadar erken ayrılmak istemiyordu.Çocuklara hiç bir şey belli etmemeye dair birbirlerine söz verdiler.Söz verdiler ya ne fayda iki sininde yüreği yanıyordu.Zekiye duyuyordu.Sadık her gece ağlıyordu.Üzülüyordu,çaresizdi.Artık onlarında bir derdi vardı.Hayat yine yapacağını yapmış o güzel evdeki huzuru almıştı.Mutluluklar neden kısa sürerdi,neden sürekli bir mutluluk yoktu?Bilmiyordu Zekiye,bilmiyordu Sadık…Zekiye her zamanki gibi daha güçlü davranmaya devam ediyordu.Çocuklarına bir sürü kıyafet almıştı eğer o giderse onları uzun bir süre idare etmesi için hazırlıklar yapıyordu.Onlara söylemek istediği her şeyi söylüyordu,sarılıyordu sımsıkı,öpüyordu koklayarak…En büyük kızı Necmiye bir gün usulca yanına yaklaşarak sordu ilk defa açık olarak…Belki Zekiye’nin güçlü karakterinin ördüğü duvarlar yüzünden,belki de kızının gururu; birbirlerine duygularını açıkça ifade edemezlerdi.Sonuçta Necmiye doğduğunda Zekiye 16 yaşındaydı.Onun afallama,alışma ve bir anne,bir kadın olma dönemiydi Necmiye…Ve dedi ki en sonunda:’Anne beni bırakıp gitmeyeceksin değil mi ?Sensiz bu evin huzuru yok…Sen olmayınca meyve bahçemizden gelen meyvelerin bile tadı yok…’ İlk defa gözyaşlarına boğularak sarıldılar… O gün belki de ilk defa bu kadar yakın oldular. Belki de ilk defa anne, iyi bir kız evlat, bir kadın ve güçsüz oldular…
Artık vakit gelmişti. Ameliyata çok az kalmıştı. Hazırlık yapmak istiyordu Zekiye. Yardım için yengesi Pakize ‘yi çağırdı. Pakize’nin sözüne güvenir, onu çok severdi. Kardeşi Lütfü’nün hayatındaki en güzel şeyin Pakize olduğuna inanıyordu. Pakize üzgün ama kararlı bir yüz ifadesiyle karşısına dikildi. Başka bir yolu olması gerektiğini söyledi. Zekiye ümitsizdi, gücünü kaybetmişti. Ama Pakize güçlüydü ve ona bir ebeye gözükmesi gerektiği konusunda ısrar etti.’Ne kaybedersin ki, bir deneyelim’dedi. Zekiye’nin kafasında dolandı durdu gün boyu bu sözler… Ne kaybedersin… Evet, ne kaybederdi… Hiçbir şey… Belki de çok şey ama denemeye değerdi. Meyvelerin daha tatlı olması için, güneşin yeniden doğması için, diktiği fidanların büyüyebilmesi için, huzur için, Sadık için… Ve Pakize’yle bir ebeye gitmeye ikna oldu. Daha sonra iyiki de gitmişim diyebileceğini nerden bile bilirdi. Ümitsizce yola çıkmıştı.
Bazen kaybettiğimizi düşünürüz, bazen de umudumuzu kaybederiz ya; işte o zamanlarda yapılması gereken en önemli şeydir hayata bizi bağlayan nedenleri bulmak ve onlar için yaşamak…
Zekiye’de bunu yapmıştı ve kazanmıştı. Ebe ona bir kız bebeğe sahip olacağını bebeğin 6 aylık olduğunu müjdelemişti. Hastalık için aldığı ilaçları hemen kesmesi gerektiğini de tembihlemişti. Aslında karnındaki dert değil güzel bir kız çocuğuymuş. Düşerken ve tam yere çakılacağınızı zannederken tutunacak bir dal bulmak gibi bir şeydi bu…
Zekiye eve döndüğünde Sadık’ı tükenmiş bir şekilde; yere çömelmiş başını ellerinin arasına almış ağlarken buldu… Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Aşk ya bu işte; konuşmadı hiç, sadece gitti ve sarıldı sıkı sıkı… Beraber ağladılar bir süre. Sonra aldı Sadık’ın elini karnına koydu. Sadık gülümsedi işte karnındaki derdin canlı olduğunu ve ilk defa Sadık’ın elinin sıcaklığını hissettiğinde, babasının yufka yüreğinin acısını duyunca dindirmek istedi minik kız çocuğu… Ve başardı da uzun zaman sonra gülümsetti, anne ve babasını… Güçlerini, huzurlarını geri verdi. Canından bir can… Yavrum… Gülümsüyorlardı… Hayattaki en değerli insanlar bizler için anne ve babalarımız. Bizim mimarlarımız. Mutlu bir üç aydan sonra;
Yıl 1932…İlk çığlıklar... Dünyaya bir dert doğdu… Böyle dertli bir dünyaya geleceğini biliyormuşçasına doğdu hem de… Bir kesenin içinde… Kendini korumak istercesine dertlerden saklanmıştı bir kesenin içinde… Bu neredeyse hayatının başlamadan son bulmasına neden olacaktı istediği de bu muydu bilinmez ama her şeye rağmen geldi dünyaya… Dertlerin içinde doğan bir DERTDOĞAN…’’
Ebesi adını Dertdoğan koyun demiş,ama annesi dertlerle yaşamasın diye bu ismi koymaktan vazgeçmiş.Yine de adıyla doğmuş babaannem,ömrünü dertlerle boğuşarak geçirmiş.Hayatı boyunca 20’yi geçik ameliyat geçirmiş.Kırmadığı kemiği kalmamış.Ki nitekim hala da kırmaya devam ediyor.Geçen yaz daha önceden kırdığı bacağını klasik düşüşlerinden birini yaparak tekrar kırdı.Tabi yaşından dolayı kemikleri güçsüz olduğu için şuanda iyileşemiyor.Kulaklarından biri duymuyor.Huysuz yönü ağır basan bu tatlı kadın,sağır duymaz uydurur cümlesine uygun bir şekilde öyle şeyler uyduruyor ki bizi kahkahalara boğuyor.Diyorum ki ‘’ Nebuş terziye gidiyorum,pantolonumu vereceğim ‘’ Diyor ki ‘’Neee terzinin oğlu sana aşık mı olmuş ‘’ J Öyle ki artık bağırmadan konuşamıyorum.İnsanlar soruyor neden bağırırarak konuşuyorsun diye,işte cevabı bu insancıklar,CEVABI NEBUŞ J

Yemek yemeyi o kadar çok seviyor ki,bir tek kendi yedikleriyle değil bizim yediklerimizle de yakından ilgileniyor.Mesela küçükken arkadaşlarımın doğum günlerine giderdim.Eve döndüğümde nasıl geçti,eğlendiniz mi yavrum sorusunu duymayı beklerken ne yediniz annesi neler yapmış sorusuyla karşılamak kaçınılmazdı.Şimdilerde de ne zaman elimde bişeyle salona girsem o bakıyor ve o ne diyor,ne olduğunu söylüyorum ve arkasından bende bana yicek bişeyler getirdin sandım cümlesiyle karşılaşıyorum.Gülmemek elde değil bu kadına…
Çok güzel bir hatunmuş eskiden,ne canlar yakmış kimbilir…Sesi de çok güzelmiş son birkaç yıla kadar bize ne müzik ziyafetleri çektiriyordu ama artık söyleyemiyor.Bu ses boşa harcanmış diyorum hep; senden büyük bir sanatçı olurmuş.Diyor ki hee deden de beni keserdi,büyük bir kurbanlık olurdum…
Unutamadığım ,hala aklıma geldikçe çok güldüğüm bir anım var onunla ilgili;
Bir gün Nebuş’un kardeşi Melahat Teyzemizin evine gittik.İki büyük hatunda duymuyor tabi çok iyi.Halam o sırada kızıyla ilgili bir şey anlatıyor.Bir çocuk varmış kıza aşıkmış ama kız istemiyormuş.İstememesinin sebebi de çocuğun tiki olması…Arkadan gelen diyaloglar şu şekilde;
Halam:Çocuğun tiki varmış…
Nebuş:Ne sikimi varmış!!
Melahat Teyze: Evet evet var,ben gördüm
Nebuş:Ne nerde gördün???
Ve arkasından hepimiz gülmekten yerlere yatıyoruz.Bir saat boyunca kendimize gelemiyoruz.Bunu hiç unutamıyorum ve ben bunu zincirleme kaza olarak adlandırıyorum J
Daha yazabileceğim o kadar çok şey var ki onun hakkında; keşke hepsini hatırlayabilsem.Gün içerisinde herşeyi kaydedebilsem komedi filmi çekerdik gibime geliyor.
İlahi Nebuş;sen insanı gülmekten öldürürsün ,hayatını anlatsan da ağlamaktan…
Sevgiler ,saygılar burdan sana…